top of page
aliboratav

Küçük koylar 10’uncu sezon... İskelelerden hoş anılar - Haziran 2014

Güncelleme tarihi: 2 Nis

Okluk Denizkızı Restaurant iskelesi - Eylül 2007


Yacht Türkiye 100’üncü sayısını kutlarken, biz de ‘Küçük Koylar’da 10’uncu sezonumuza başladık. Televizyon dizilerinde bir sezon 13 hafta sürüyor, denizde ise rahat rahat 25-30 hafta, biraz maceracı iseniz daha da fazla. Şans mı demeli, mutluluk mu, bilemedim ama yıllar akıp gidiyor. Bu 10 sezonda küçük koylarımızda epey değişim oldu, tekne sayısı arttı, iskeleler uzatıldı, ücra koylara wi-fi geldi, güneş enerjisiyle elektrik üretimi başladı, kilometrelerce uzaktan su hatları döşendi, tuvaletler-duşlar biraz daha temizlendi, deniz biraz kirlendi, yerli balıklar azaldı, buzdolapları ithal kalamar-ahtapot doldu... Dostluklar baki kalıyor, ama akıp giden zaman denizi az da olsa üzüyor.

--------- 

Yacht Türkiye’nin 16’ıncı sayısından itibaren ‘Küçük Koylar’ yazıları başladı. Zaten deniz ve yelken serüvenimiz de bu yazılardan kısa bir süre öncesine dayanıyor. Yacht Türkiye denizcilerin dünyasında tanınıp, kök salarken biz de yavaş yavaş denizciliği öğrenmeye çalıştık. Deniz kültürünün izlerini yaşantımıza eklemlemeye gayret ettik.

Dergimizin 100’üncü sayısı için ‘Küçük Koylar’dan anılar’ temalı bir yazı kaleme almaya kalktığımda Yayın Yönetmenimiz Eyüp Özel’e ‘Türkiye’nin görülmesi, yaşanması gereken 100 iskelesi’ni yazmayı önerdim. Çünkü iskeleler dostlukların ve ortak yaşamın, ortak deniz kültürünün başladığı yerler.Kabul edince kolları sıvadım.Yukardan aşağı saydım, 62 tahta kazıklı ya da yüzen dubalı iskele saydım. Bunlar Türk sularındakiler. Bir de Ege Adaları’nı eklesek 100’e tamamlanırdı herhalde. Bunları 3-5 cümle ile anlatmak haksızlık olacaktı. 2-3 paragraf anlatınca da dergi yazısı değil kitap haline gelecekti.

Dolayısıyla Yacht Türkiye’nin 100’üncü sayısında, biz gezginler için vazgeçilmez bir değere sahip bu iskelelerden kısa kısa anılarla yetinmeye karar verdim...


Eski defterler...

Eski defterleri karıştırırken farkettim ki, kışlarıbirkaç ay ara veriyor olsak da, 7 yıl, 84 sayıdır devam eden ‘Küçük Koylar’ yazılarına esin kaynağı olan 40’a yakın tekne gezisi yapmış ve herhalde 6-7 bin deniz mili yol kat etmişiz. Türkiyekıyılarında görülmesi-yaşanması gereken iskelelerin, demir atıp huzurlu bir gece geçirilecek ıssız ve sakin küçük koyların neredeyse tamamına en az birkaç kez uğramışız.

Deniz hayatı böyle işte. İnsan bir önceki gezisini unutuyor, bir sonraki gezisini düşünmüyor, yaşadığı anın tadını çıkarmak yetiyor.Bu nedenle arasıra bir muhasebe yapmakta fayda olduğu da böyle 100’üncü sayılarda (ya da mesela, bizimki gibi 10’uncu sezonlarda)fena halde hissediliyor.

Deniz ve yelken tarihinde, bilançonun temelinde insan, doğa ve rüzgar var. Ama bakıyorum da, anılarımtamamen demesem de yüzde 99 insanlarla oluşuyor.

Mesela Yediadalar’da,Bekar Limanı’nda sakin bir havada sığlıkları kontrol ederek koyun ulaşabileceğiniz en dip noktasına kadar dikkatlice tornistan yanaşıyor ve salma kumlara değdiğinde koltuk halatını voltalayıp zincirin boşunu alıyorsunuz. Tekne havada asılıymış ve kumlarda eşinen barbunlar sanki karada yaşayan varlıklarmış gibi berrak bir denizin üstündesiniz. Ama bu görüntü kalıcı bir anı haline pek dönüşmüyor, birkaç yıl sonra zihninizden tamamen uzaklaşıyor. Ama Bekar Limanı’nda yaşayan balıkçı ailesinden bir sabah yalvara yakara (çünkü onların Marmaris’te bir balık şirketiyle anlaşmaları var ve avladıkları balıkları satmaları kesinlikle yasak) denizden yeni çıkmış 2 kilobarbun alıp, öğleyin çıtır çıtır tava yaptığınızda, en zor günlerinizde aklınıza getirip tuhaf tuhaf gülümsemenize imkan verecek bir anınız oluyor.


Ufuksuz denizler...

Tecrübe kazanmak, açık denizlere, hatta bazen zorlu koşullarda çıkma cesareti bulmak çok keyifli bir şey. Dev dalgaların çukuruna düşen teknemizin bir anda 3-4 metre yükselmesi, teknenin bordasından kıç havuzluğa yağan serpinti kesinlikle çok heyecan verici. Ama geriye bakıp düşündüğümde bu dalgaların hiçbirisini hatırlayamıyorum.

Yüksek dalgalarla ilgili hatırladığım ilk ve unutulmaz anı, karşı istikametten gelen bir İngiliz yelkencinin Göcek’ten çıkıp Kapıdağı Yarımadası’nı dönüp Marmaris Körfezi’ne çıkmak üzereyken adet olduğu üzre el sallamamıza cevaben bize ‘Hayır’ anlamında elini iki yana salladıktan sonra deve hörgücüne benzeyen bir el işareti yapmasıdır.

Sene 2006 ilk kez Marmaris’e geçmeye karar vermişiz, aylardan Temmuz ve o aralar pek de ciddiye almadığımız ‘Kara Erik Fırtınası’nın yüksek dalgaları arasında hiç olmazsa Ekincik’e gitmek gibi bir iyiniyetli girişim içindeyiz. Kurtoğlu Burnu’nun döküntülerini döndüğümüz anda karşılaştığımız 4-5 metrelik dalgalarla adamın ne demek istediği kafamıza dank etti. Alabora olmamaya çalışarak dönüp dosdoğru Göbün’deki sakin iskelemizin yolunu tuttuk.


İlk göz ağrısı: Göbün!

Güneybatı sahillerimizin eşsiz küçük koylarında yanaşmadığımız herhalde tek bir iskele kalmadı. İlk göz ağrımız Göcek Göbün’ün yeri her zaman bir başka olacak. Onun da nedeni insanlarıdır. Göbün’de denizi ve denizcileri seven, fedakar ve dostluk dolu 30-40 kişilik bir Yörük ailesi yaşar bu koydaki restoranı da bu insanlar işletirler.

2005 yılında ilk teknemizi kiralayıp ‘denize düşmeden yüzme öğrenilmez’ mottosuyla rıhtımdan ayrıldıktan sonra nereye gideceğimizi kendi aramızda konuştuk. Bir arkadaşımız “Göcek’te en güzel koy Göbün’dür diyorlar” dedi. Eee, tamam gidelim! Harita okumayı bilmeyiz, Göbün neresidir bilmeyiz, hava sıcak, 7 millik yol bize kıtalar kadar uzak görünüyor. Yassıcalara yakın bir yerde bir sığlık bulduk, öğrenelim diye demir attık, denize girdik. Ağustos ayında bir bayram günü, büyük bir özgüvenle akşam üstü 17.00’de Göbün’e vardık. Tabii iskelede tek bir yer yok, koyun girişinde sonradan adamakıllı dost olacağımız Muammer kırık dökük bir sandal içinde gelen tekneleri bekliyor, kıyıya yanaştırıyor. Bize de koyun güney iskelesinin bittiği noktada çapa atıp kayalara yanaşmamızı işaret etti. Tamamen acemiyiz, çapayı hızla attık, geri manevra ile kayalara yanaşırken birden ‘taaaaakkkk’ diye bir ses geldi ve tekne durdu. Koyun tam ortasında rüzgarla bir o yana bir bu yana savruluyoruz. Muammer geldi, ben dümenle boğuşurken o koltuk halatını aldı, gitti, kıyıda bir kayaya bağladı, tekneye çıktı, hızla atarken ırgatın dış yatağına sıkışan zinciri 15-20 dakika uğraşıp yerinden çıkardı, kendisi kan ter içinde yanaşmak için yardım isteyen diğer teknelere koşarken biz zafer çığlıklarıyla kendi teknemizde ilk akşamüstü şarabını açıp yudumlamaya başladık.

Böyle bir demirleme anısı unutulur mu?


İskele de yüzde 100 güvenli değil!

Geçmişe bakınca zorlu günler daha iyi hatırlanıyor. Tıpkı lise çağlarına geri dönüş gibi, o günler denizden ve rüzgardan ders alma zamanları.

Bir gün Gökova Akbük’de, Altaş Restoran’ın iskelesinde geceliyoruz. Gece saat 03.30’da uykumuzun en harika bölümündeyken, direğe vuran halatların ıslık çalan, uğuldayan bumbaların ve çarmıhların sesiyle ayağa fırladık. Akbük’ün meşhur Kıran rüzgarı...

İskelede bir filotilla var. Yavaş yavaş beyaz suratlarla teknelerde uyuyan herkes kıç havuzluklara toplandı. Göstergeleri açtım rüzgar 25-35 knots hızla esiyor, derme çatma iskeledeki 15 civarında tekneye baş omuzluktan bindiriyor. Kısa sürede tonoz taramaya başladı ve tekneler yavaş yavaş iskelenin ayaklarına yaslanmaya ve çarpmaya başladı.

Böyle durumlarda rüzgarın gücüne elle karşı koymak mümkün değil. Motoru çalıştırıp ileri yol verip tekneleri iskeleden açmak ve tonoz halatlarını yeniden gerdirmek gerek. Ama 15 tekne yanyana demirliyken bir orkestra şefinin operasyonu yönetmesi lazım, yoksa durum daha beter olabilir. Birazdan uykulu gözlerle iskelenin palamarcısı Ahmet göründü. Rüzgar üstünden başlayıp tek tek tüm tekneleri iskeleden açtı, kıyıya bağladığı bir çapraz halatla da 15 teknenin rüzgar altına kaymalarını 20 dakika içinde engellemeyi başardı.

Özellikle sık sık bu tür hava sürprizleri yaşanan iskelelerde böyle ismi pek bilinmeyen ama felaketlere gebe gecelerde her şey normale dönüp de koydan ayrılırken ekstra bir sempati hissettiğiniz ‘iskele palamarcıları’ vardır.

Örneğin Datça kıyılarında Knidos da Umut, (maalesef bu kış yıkmışlar ama) Hayıt Bükü iskelesinde Lütfü geceyarısı Kıble’den patlayan sert havalarda kimbilir kaç tekneyi zarar görmekten kurtarmışlardır.Bozukkale, Serçe korunaklı koylardır, ama hava bir patladımı ne çile çekilir, yaşayanlar bilir. Hisarönü’nde tüm koyların Poyraz ve Yıldız fırtınalarına karşı zaafı vardır. Dirsek’e yanaşıp Levent’le, Kocabahçe’de babası Mehmet ile 15 dakika konuşun roman gibi hikayeler dinlersiniz.

Sonra bir de, kan ter içinde karaya oturmaktan, iskeleye çarpıp kıçını kırmaktan kurtardıkları tekne sahiplerinin ertesi sabah “Bizi uyarmanız gerekirdi, insan bu tonozları daha sağlam yapmaz mı” diye fırça atıp yüzlerine bakmadan çekip gittiklerini de dinleyebilirsiniz. Ama...

Ama yine de, en iyisi tatlı anılardan bahsetmek...


İskele’de güneşe veda

Türkiye kıyılarında hakim rüzgar batıdır, hakim akşamüstü esintisi de meltemdir. Bu nedenle genellikle gecelemesi rahat ve keyifli koylar doğal olarak doğuya bakar. Koyun batı yakasındaki kayalık ya da dağ ne kadar yüksekse akşamüstü dinlenme saatlerinde ve azgın havalarda geceleri o kadar rahat edersiniz.

Bunun yol açtığı standart problem de gün batımının eşsiz güzelliklerini kaçırıyor olmanızdır. Tabii bunun iskele istisnaları da var.

Yanaştığınız bir iskelede gün batımının kızıllığını seyretmek açısından benceTürkiye’deki en iyi 5 mekan, Datça’da Knidos, Hayıt Bükü, Marmaris’te Çiftlik, Gökova’da Sedir Adası ve Okluk’tur.

Bunların ilk dördünde, siz karanın doğu yönünde park etmiş olursunuz ve batıdaki hayli alçak irtifadaki kıstağın ardından güneş batarken iskelenin çevresindeki sakin denizin rengi kızıla döner.Yani bu koylarda güneşin iskele üstünde batışını yaşarsınız.

Bunun istisnası da Okluk’tur. Ama, Okluk’ta mümkünse Denizkızı Restoran’ın iskelesinde güney tarafında bir yer bulmuş olmanız lazım. Eğer güneşin açısı izin verirse gün batımı tam Okluk’un Gökova’nın sularına bağlandığı köşesinde olabilir ki, o zaman denizin üstünde özellikle de sakin günlerde inanılmaz uzun bir gün batımı kızıllığı seyredebilirsiniz.

Bu yazıyı yazarken Okluk’taki o gün batımı sahnelerini gözümün önüne getirmeye çalıştım.

Tabak gibi büyüyen güneşin deniz üstündeki kızıl yansımaları, denizin renginin koyulaşması, ağaçların giderek siyahlaşan gölgeleri,bulanık bir fotoğraf gibi hatırlayabildiğim şeyler.

Ölümsüz olan anlılar ise yine insanlar. Oklukta gün batımında iki üç yastık, şarap şişesi ve kadehler gün batımının hiçbir saniyesini kaçırmamak üzere teknenin burnuna koşuşturmalarımızı dün gibi hatırlıyorum. Deniz hayatına başladıktan sonra yeni arkadaşlar edindiğimiz gibi,eski arkadaşlarımızla da yepyeni dostluklar kurduk. Bir gün o iskelede, bir gün diğerinde yaşarken yeni Egeli, Akdenizli insanlar tanıdık, arkadaş olduk.


Yeni dostluklar...

İskeleler deyince işte aklıma hep insanlar geliyor. O iskeleleri kuranlar ve o iskelelerde ortak bir keyfi paylaşan insanlar.

Kent hayatından bunalmışsınızdır, sıkıntılarınız vardır, sessizlikle, ıssızlıkla ve denizin şıpırtılarıyla meditasyon yapmaya ihtiyaç duyuyorsunuzdur. Küçük ıssız bir koyda tek başına demirlemek size mükemmel bir fırsat yaratabilir. Ama denizi yaşamak, bazı olumsuz istisnalar olsa da yardımsever, güleç yüzlü denizcilerin yaşamını koklamak, hissetmek istiyorsanız bir iskeleye yanaşmanız gerek.

İster bordalayın, ister kıçtankara yanaşın ya da pek çok yerde olduğu gibi koy sığ olduğundan az açıkta alargada kalın ya da karaya yanyana koltuk halatı ile bağlı tekneler arasına siz de karışın ve botunuzla kıyıdaki küçük bir iskeleye ulaşın...

Çok büyük bir fark yok, sadece birinde tekneleriniz bir usturmaça mesafesinde rıhtımda dizilidir, diğerinde açıkta 2-3 metre mesafede yanyana demirlidir.

Değişmeyen tek şey, iskelelerin denizde yeni dostlukların başladığı yer olmasıdır.

Comentários


bottom of page